Politika

Bir kurtarıcı beklemek zorunda mıyız?


Dr. FEYZA BAYRAKTAR

@FeyzaBayraktar_

[email protected]

Geçenlerde eski Facebook paylaşımlarıma bakarken 2014’te şöyle bir paylaşım yaptığımı gördüm: “Londra’da Uluslararası Yeme Bozuklukları Kongresi’nde sunum yapmaya geldim; fakat aklım Türkiye’deki gündemde.” Bu paylaşımı gördüğüm an seneler içinde değişen tek şeyin -ne yazık ki- döviz kuru olduğunu fark ettim. Ben de birçoğumuz gibi senelerdir memleket meseleleri hakkında düşünüyor, dertleniyor ve dolayısıyla bir türlü huzur bulamıyorum.

Hatta içinde bulunduğum bu durumu göz önünde bulundurarak zaman zaman kendimi duygusal olarak sado-mazoistik bağımlı bir ilişki içindeymişim gibi hissediyorum. Var olan durumdan -yani gündemden- sık sık şikâyet ediyor, maruz kaldığım şeylere üzülüyor ama bir türlü gidemiyor, içinden çıkamıyorum. Ve tüm bunlara rağmen ülkemi çok sevdiğimi iddia ediyorum.


Neden ülke meselelerini bu kadar dert ediyoruz?

Eminim hepimiz ülkemizi çok seviyoruz, o ayrı. Yalnız birçoğumuz ülkenin yönetimiyle ilgili -ister hükümet tarafı olsun ister muhalefet- senelerdir dertliyiz. Hepimiz hem benzer hem de farklı konulardan şikayetçiyiz.

Senelerdir şikâyet edip asla bir şey yapmayan bir kesim içinde bu meselelerle ilgili neden bu derece düşünüyor, söyleniyor ve dost meclislerinde yeri geldikçe nutuk atıyoruz diye düşündüm. Gözlemlediğim kadarıyla şunu söyleyebilirim ki ülkemizi çok sevmek ve gelecekle ilgili kaygılanmamızın yanı sıra, bir kısmımız, hayatımızdaki başarısızlıkları ülkenin durumuna bağlamaya ihtiyaç duyuyor. Bu bir kesim için tamamen doğru olabilir, bir kesim için ise kısmen doğru olabilir. Herkes için aynı şeyi söyleyemeyeceğim.

Aylar önce, Peter Pan ve Olmayan Ülke başlıklı bir yazı yazmıştım; yurt dışında yaşamaya yüklenen anlam hakkında. O yazıyı okuyup da bana övgü dolu mesaj atanlar, daha önce yurt dışında yaşamış ya da halen yaşamakta olan kişilerdi. Yani orada yaşamanın da zorluklarını bilen ve dolayısıyla yurt dışına taşınmanın aslında sadece idealize edildiğinin farkında olan insanlar. O yazı ne yazık ki bazı kişilerin hiç hoşuna gitmedi.

Hayatta başarısız olabiliriz, bu hayatın gerçeği. Herhangi bir konuda başarısız olmak, tamamen ya da kısmen bizimle ilgili olabilir ya da bizimle hiçbir ilgisi olmayabilir. Hayat, insana istediklerini vermeyebilir; çünkü hayatın kendisi Hollywood yapımı bir romantik komedi değildir.

Yalnız, tabii ki liyakatin olmadığı bir yerde insanın hak ettiği başarıya ulaşması zor. Bunu inkâr edemeyiz. Öte taraftan, eğer başarısızlıklarımızın sebebini ülkenin gidişatına ve kötü yönetime bağlıyorsak bu problemle ilgili bir şey yapmayıp sadece söylenmek de var olan problemi bir kılıfa sokmaktan öteye geçmiyor (Kariyer yolculuğunda birçok haksızlığa ve zorbalığa maruz kalmış biri olarak, problemleri kökten çözebilecek bir şey yapmamakla ilgili eleştiriyi kendime de sık sık yapıyorum. Söyleniyorum ama etkin bir çözüm ürettiğimi söyleyemem. Deniyorum).

Anlam arayışı

Ülke meseleleri hakkında düşünmek ve üzülmek, aynı zamanda bizi monoton hayatımızdaki sıkışmışlıktan ve anlam arayışından da uzaklaştırıyor. Dolayısıyla, kendimizi anlamlı bir işe dahil olmuş gibi hissediyoruz. Yalnız, sonuç olarak sadece şikâyet ediyoruz. Biri gelsin ve bizi kurtarsın istiyoruz.

Biz bekledikçe -doğal olarak- düzen aynı şekilde devam ediyor. Oysa siyasete atılabilir ya da kendi işimizi en iyi şekilde yapmaya odaklanabiliriz. Böylece, üzülmeye harcadığımız enerjiyi daha işlevsel olmaya aktarabiliriz.

İşlevsel olmalıyız, buna mecburuz. Hissettiğimiz keder, kaygı, umutsuzluk gibi duygular içimize sığmayıp bizleri birer öfke topuna dönüştürmekten başka işe yaramıyor. Sonuç olarak da enerjimiz emiliyor ve kimseye bir faydamız dokunmuyor. Sokakta yürürken, araba kullanırken ya da toplu taşımayla bir yere giderken asık yüzlü insanlar ordusu içindeki yerimizi alıyoruz.

6 Şubat öncesi ve sonrası

Yalnız, 6 Şubat öncesi ve sonrasını birbirinden farklı değerlendirmek lazım. 6 Şubat öncesi ülkeyle ilgili meseleleri düşünmenin ve bu konularla ilgili söylenmenin altında -kişiden kişiye değişen- farklı sebepler yattığı bir gerçek. 6 Şubat’la hemen hepimiz aynı sebeplerden dolayı içimizi yakıp kavuran karmaşık duygular içinde kaybolduk ve hangi meseleye dertleneceğimizi şaşırdık. Bu yüzden memleket meseleleri hakkında düşünmek, bireysel duygusal ihtiyaçlarımızı karşılamaktan çok büyük bir sorumluluk haline geldi. En azından çoğunluk -öncesine kıyasla -bu konular hakkında daha fazla sorumluluk hissediyor.

Bundan birkaç hafta önce, 6 Şubat ve sonrasında hissettiklerimizin sadece depremin travmatik etkilerine bağlı olmadığını, aynı zamanda küçük bir çocuğun ebeveynleri tarafından ihmal ve istismar edilmesi sonucu yaşadığı travmaya benzer bir durum içinde olduğumuzu ve şu an hissettiğimiz birçok duygunun da bununla ilişkilendirilebileceğini vurgulamıştım. Yalnız, en ciddi çocukluk dönemi travmalarından biri olan ihmal ve istismarla ilgili yazarken, bu durumun duygusal yükünün ne kadar ağır olabileceğini yeterince iyi anlatamadığımı düşünmüştüm ki gelen geribildirimler de bu düşüncemi pekiştirdi. Bu yüzden maruz kalınan ihmal ve istismara dair daha net bir örnek vermeye karar verdim.

Bir ihmal ve istismar örneği

Diyelim ki küçük bir çocuksunuz. Deprem oluyor ve eviniz yıkılıyor. Korkuyorsunuz. Ayağınızı bastığınız toprağın bile güvenilir olmadığı duygusuna kapılıyorsunuz (Ya da bunu bire bir yaşamadınız, şahit oldunuz ve böyle bir olayı birebir yaşama ihtimaliniz var). İnsanın en temel ihtiyacı olan güvende olma duygusunu hissetmeye ihtiyacınız artıyor. Ebeveynleriniz sizi sakinleştirmek, güvende hissettirmek yerine üzerinizdeki kıyafetleri alıp birilerine satıyor. Cebinizdeki 3-5 kuruş harçlığa el koyuyor. Üşüyorsunuz ve açsınız. Ebeveyninize dönüp; “Ben açım, üşüyorum. Güvende hissetmiyorum” diyorsunuz. Ebeveyniniz, “Sus. Yoksa sen üvey evlat mısın?” diye bağırıp size tokat atıyor. O sıra ebeveynlerinizin ne sizi ne de kardeşlerinizi koruyamayacağınızı anlıyor ve kendinizi kardeşlerinize göz kulak olma sorumluluğu altına sokuyorsunuz. Oysaki ufacık bir çocuksunuz. Fiziksel ve duygusal ihtiyaçlarınızın ebeveynleriniz tarafından karşılanması gerek. Üstelik de hem kendinizin hem de kardeşlerinizin başına gelenlerden dolayı kaygılısınız. Hem kendinize hem de kardeşlerinize bakamazsınız; çünkü çok küçüksünüz ve sizin de sakinleştirilmeye ihtiyacınız var. Üzerinize yığılan boyunuzdan büyük duygusal yükle çaresizlik içinde çözüm arıyorsunuz. Bir yandan da, “Acaba birileri beni ve kardeşlerimi evlat edinir mi?” diye düşünüyorsunuz. Etrafta sizi evlat edinmek isteyen farklı yetişkinler görüyor ve umutlanıyorsunuz.  “Beni kim evlat edinirse edinsin, bunlardan daha iyi olacağı kesin“ diyorsunuz. Sonra bakıyorsunuz ki biri; “Ben çok daha iyi bir ebeveyn olacağım” derken diğeri çıkıp, “Ne münasebet, ben senden çok daha iyi bir ebeveyn olurum; sen de kimsin ki?” diyor. Onlar birbiriyle kavgaya tutuşmuşken, biri uzaktan koşarak gelip kendisinin ne kadar iyi ebeveyn olacağından bahsediyor. Görünmez hissediyorsunuz. Belki de o an aslında hiç kimsenin sizleri umursamadığını ama umursuyormuş gibi gözüktüğünü düşünüyorsunuz. İçlerinden size ve kardeşlerinize en az zarar verecek olanı seçmeye çalışıyorsunuz. Bu kâbus bitsin ve bir an önce uyansam diyorsunuz.

Neden mutsuz hissediyoruz?

Hepimiz olmasa bile birçoğumuz -en azından bazılarımız- 6 Şubat sabahından itibaren bu örnekteki çocuk gibi hissediyoruz. Antisosyal-narsisistik kişiliğe sahip yetişkinler arasında bir o yana, bir bu yana çekiştirilen ama aynı zamanda görünmez olan bir çocuk gibi. Sesini çıkartıp çıkartmama konusunda kararsız kalan bir çocuk gibi. Sesini çıkartırsa şiddet göreceğinden korkan bir çocuk gibi. Hiçbir çocuk ya da yetişkin ihmal ve istismara maruz kalmamalı. Eğer maruz bırakılırsa -duyulmayacağına dair endişe etse bile- sesini çıkartmalı.  Sesini çıkartmak hakkını savunmaktır; kaos yaratıp, kışkırtmak demek değildir. Haksızlık varsa hak aranır. Hak aranmıyorsa, öğrenilmiş çaresizlik içinde kurban rolünde pasifize olmuş şekilde yaşamaya mahkûm kalınır. Acılar iyileşmez, travmanın etkileri devam eder.  

Toplumsal iyileşme olmadan, bireysel hayatlarımızda huzur bulmamız oldukça zor. Toplumsal travmalar, bireysel travmaları tetikler. “Ben neden mutsuz hissediyorum?” sorusunun cevabını kendi hayatınızda ararken, içinde bulunduğunuz toplumun duygusal yüklerini de taşıdığınızı unutmayın. Hepimiz bir şekilde etkileniyoruz; çünkü siz doğrudan etkilenmeseniz bile ilişkide olduğunuz insanlar etkileniyor. Yaşadığımız muhitlerden gerek maddi sebepler gerek deprem korkusu yüzünden taşınıyoruz ki ev fiyatlarındaki artış insanı öfkelendiriyor ve çaresiz hissettiriyor. İnsanın farklı sebeplerden ve farklı şekillerde alıştığı hayattan sürülmesinin yarattığı travma, başlı başına bir mutsuzluk sebebi. Sizin koşullarınız ne kadar iyi olursa olsun, toplumdaki diğer bireyler buna maruz kaldıkça ucu illa size de dokunur. Günün sonunda, havaya salınan umutsuzluk, çaresizlik, öfke kokusunu hemen herkes bir şekilde solumak zorunda kalıyor.

Ne yapmalıyız?

Öncelikle son zamanlarda yoğun olarak hissettiğimiz kaygının, mutsuzluğun yaşadığımız olağan dışı olaylar karşısında oldukça normal olduğunu kabul etmeliyiz. Bize normal, olağan gelen birçok şey aslında dünyanın her yerinde olmuyor. Travmalara karşı duyarsızlaşmaya başladık ve çoğu zaman yaşadıklarımızın olağan şeyler olduğuna inanıp, sorunu kendimizde arayabiliyoruz. Aklı başında her insan, bu olanlar karşısında kaygılı ve mutsuz hissedebilir. Tabii ki hepimizin bireysel dertleri var ama toplum olarak yaşadıklarımız da azımsanacak türde değil.

Ne iş yapıyorsak yapalım, onu en iyi şekilde yapmaya çalışalım. Şu an tüm dünyayı etkisi altına alan ekonomik krizden dolayı işle ilgili kaygılar da yoğun. İşimizi en iyi şekilde yapmaya çalışmak, işlevsel olduğumuzu hissettirecek ve baskılamaya çalıştığımız öfke enerjisini üretkenliğe çevirmeye yardımcı olacaktır. En azından haberleri izleyip söylenmekten, ülkeye daha fazla katkı sağlayacağı kesin. (Ya da bir kurtarıcı beklemektense siyasete girmeyi düşünebiliriz. )

Sürekli haber takip etmektense günde iki kez haberlere bakmak işlevsel kalmamıza yardımcı olur. Böylece, Twitter’da kim olduğunu bilmediğimiz, belki 2B sınıfından bir öğrencinin açtığı hesaptan ortaya salladığı yorumları görüp sinirlenmekten kendimizi daha fazla korumuş oluruz.

Mutlaka günlük rutinin dışına çıkmaya çalışalım. Egzersiz, sadece mutluluk hormonlarının salgılanması ve duygu durumun olumlu yönde etkilemesi açısından değil, fiziksel olarak aktif olmakla birlikte pasifleştirilmiş-bastırılmış olma duygusunu da yönetmemize yardımcı olabilir.

Kendimizi günlük rutinden uzaklaştıran bir uğraş bulmak da önemli. Arkadaşlarla buluşup, aynı sohbetleri yapıp, konunun yine ülke meselelerine gelmesi bugüne kadar hiçbirimizi kurtarmadı. Ayrıca alım gücü o kadar düştü ki, dışarıda sosyalleşme maliyeti de neredeyse ayrı bir stres unsuru haline geldi. Bu yüzden, dışarı çıkmışken olabildiğince farklı konulardan konuşmaya çalışalım. Yani gündemden kopmayalım ama gündemin bizi yutmasına da izin vermeyelim. Yeni bir hobi edinmek ya da kendimizi geliştirmek için eğitici seminerlere katılmak da duygu durumumuzu olumlu yönde etkiler. Bu süreçte kendimizi olabildiğince korumakta ve duygu durumumuza iyi gelecek şeyler yapmamızda fayda var.

Bizler kendimizi ne kadar sağlam tutarsak, ihmal, istismar ve şiddete karşı durabilme gücümüz o kadar artar. Artık kurban rolünde kalmaya devam edemeyiz. Ülke meseleleriyle akılcı bir şekilde ilgilenmeliyiz. Sürüldüğümüz hayatlarımıza geri dönmemiz gerek. Yoksa sürgünün boyutu daha da artacak.




Apsny News

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

Başa dön tuşu