Deprem yıkımı ile seçim umudu arasında: Türkiye’nin ruh hali durulmuyor
ZEYNEP GÜVEN ÜNLÜ
@zeynepguvenunlu
6 Şubat depremleri ağırlıklı olarak 11 şehirde hayatı alt üst ettiyse de aslında bütün ülke ‘deprem bölgesi.’ 50 binden fazla can kaybı, evsiz kalmış yüz binler, bölgeden göç eden yarım milyona yakın insan var.
Çoğu toplum afetlere benzer biçimde yanıt veriyor: Önce şok, hemen ardından insanüstü çabalarla dayanışma, bu dayanışmanın yaydığı iyimserlik ve umut… Yaklaşık bir aydan sonra toplumun ilgisinin giderek azalmasıyla başlayan kötümserlik ve afetten en çok zarar görenlerde gözlenen hayalkırıklığı… İşte bugünlerde tam da o dönemdeyiz.
Klinik psikolog Doç. Dr. Aslı Akdaş Mitrani, bir süredir deprem bölgesinde çalışıp dönen gönüllülere ve İstanbul’a göç eden deprem mağdurlarına psikolojik destek veriyor.
Akdaş’a, depremin allak bullak ettiği toplumsal psikolojiyi ve böyle bir dönemde girilen seçim sürecinin bizi nasıl bir ruh haline taşıyabileceğini sorduk.
Depremlerde bir ayı geride bırakmışken, toplumun ruh sağlığının bir fotoğrafını çekmeye çalışırsak ortaya nasıl bir görüntü çıkar?
Depremi izleyen ilk anlarda gördüğümüz şok, dehşet, korku, aşırı hareketlilik veya donakalma, uyku bozuklukları, kabuslar, görüntü ses ve deprem anına dair anıların tekrar tekrar yaşantılanması, aşırı gerginlik veya aşırı bitkinlik gibi akut travma tepkilerinin, izleyen birkaç haftada yavaş yavaş azalması ve ilk bir ay biterken büyük oranda ve birçok maruz kalan için yatışmasını bekleriz.
Bir ay kitabî olarak akut tepkilerin sönümlenmesi için öngörülen süredir.
Ancak, o kadar büyük, o kadar katmanlı ve o kadar geniş çaplı bir alan tekrar tekrar travmatize oldu ve etkilendi ki korkarım bu afetler dizisi söz konusu olduğunda bir ay gibi bir süreden bahsetmek geçerli olmayacak.
Psikolojik travma psikolojimizde açılan bir yara demektir. Fiziksel yaralar gibi, hemen müdahale edilirse, temiz bakılırsa iyileşme ve onarım için hücre yenilenmesi başlar ve yara iz kalsa bile iyileşir.
Bizim depremimizde, yaraya zamanında ve uygun koşullarda müdahale edilemedi -her ne nedenle olursa olsun gerçek bu- tekrar tekrar yara deşildi.
Hala birçok kişi temel ihtiyaçların karşılanmasından uzak koşullarda yaşam mücadelesi vermekte, kayıplara ulaşılamadı ki bu bambaşka devasa bir boyut. Belirsiz kayıplar, en en önemlisi çaresizlik ve kontrol kaybı hissinin uzaması ve deprem sonrası yaşananlar nedeniyle akut tepkilerin sönümlenmesi gecikiyor, iyileşme koşulları sağlanamıyor diye düşünüyorum.
Depremde yardıma koşanlar ya da bölgede yaşamıyor olsa da travmatize olan çok sayıda insan var. Onlara ne oldu ya da hala oluyor?
Arama kurtarmada çalışanlar ve sağlık çalışanları birkaç hafta içinde iş başı yapıp kendi şehirlerindeki yaşamlarına döndüler, ancak iyileşmediler, iyi değiller, onlar da yaşadıklarından ve tüm bu deneyimden yaralandılar.
Bu grupta ciddi bir psikolojik etkilenme söz konusu, depreme maruz kalanlardan daha az değil diyebilirim. Hem bölgede yaşayan ve doğrudan maruz kalanların yaşadığı hem de arama kurtarma, insani yardım ve sağlık çalışanlarının yaşadığı ‘doğrudan/birincil travmatizasyon.’
Sonra medya maruziyetinden etkilenenler var. Sosyal medya kesinlikle hayat kurtardı, ancak bir yandan da saatler boyu aynı görüntüleri tekrar, tekrar izlemek, haftalardır gece gündüz normal insan deneyiminin sınırlarını aşan olaylara uzun süreli tanıklık genel olarak toplum psikolojisini de çok ağır etkiledi.
Bu normal değil, bilgi almak için medya kanalları çok kıymetli ancak, 20 saatlik kurtarma operasyonunu dizi izler gibi izlemek, acıya tanıklık, ne bilgilenmek, ne dayanışmak için bir yol değil.
İzleyenlerde ve başkalarının travmalarına maruz kalanlarda gördüğümüz durum ‘ikincil travmatizasyon.’
Depremin ilk günlerde mahcubiyetle, sonrasında açık açık İstanbul’da büyük bir yıkıma yol açması beklenen İstanbul depremini konuşmaya başladık.
Beklenen ‘büyük İstanbul depremi‘ ki adı kendinden öne konuldu, İstanbul’da yaşayanların sürekli tedirgin ve korku içinde yaşamasına travma tepkileri vermesine neden oldu.
Bu yaşadığımız korku ve tedirginlik bizi harekete geçmeye yönelttiği sürece gayet işlevsel de olabilir aslında. Kendi binalarımızla ilgili almış olmamız gereken önlemleri almaya bizi yöneltse de, harekete geçmeye mani ekonomik, sosyal ve psikolojik engeller birçokları için çaresizlik ve umutsuz bir bekleyişe sebep olmakta.
Benim bir klinik psikolog olarak İstanbul için gözlemim bu noktada, bu büyük afet, hem 1999 Marmara Depremi’nden etkilenenleri, hem de İstanbul’da depremi bekleyenleri kaygı, travma sonrası stres ve depresyon gibi psikolojik sorunlarla yüz yüze getirdi. Bu da söz ettiğim toplumsal travmanın bir katmanı, boyutu diyebiliriz.
Bu arada, uğradığımız psikolojik hasarın boyutunu henüz idrak etmediğimizi düşünüyorum. Kuşaktan kuşağa aktarılabilecek, hem maruz kalanları, hem ikincil travma yaşayanları, hem de tüm toplumu önümüzdeki on yıllarda etkileyecek bir ruh sağlığı kriziyle karşı karşıya olduğumuzu öngörüyorum, maalesef.
Herkes psikolojik ilk yardım verebilir
Psikolojik ilk yardım diye bir kavram var. Bu nedir ve kimler verebilir?
Psikolojik İlk Yardım (PİY), travmaları izleyen ilk evrede kişilere temel ihtiyaçlarını karşılamada destek olduğumuz ve güvende olma hissini tesis etmekte kullandığımız bir müdahale seti. Aslında tam olarak müdahale demek de çok doğru olmayabilir.
Eşlik etme ve temel ihtiyaçlara ulaşmada destek sağlama desek daha doğru olabilir. Psikolojik ilk yardım her bireyin öğrenmesi ve uygulaması mümkün bir kapasite.
Travmaya maruz kalan kişiyle karşılaştığımızda; bu deprem, yangın gibi bir afet de olabilir, bir trafik kazası ya da fiziksel bir saldırı da olabilir, ilk iş kişinin güvenli alana alınması. Deprem söz konusu olduğunda fiziksel güvenliğinin sağlanabileceği nispeten daha sakin bir ortama alınması temel ihtiyaçlarının karşılanması, tıbbi yardım, barınma, ısınma, beslenme, temizlenme gibi. Bu ihtiyaçlar giderilirken, kontrol kaybı ve çaresizliği çok yoğun yaşamış kişinin muhakkak izninin alınması, ‘….ister misin? yardım edebilir miyim’ gibi sorularla ilerlemek, kişi cevap veremeyecek durumdaysa, sakin ve güvenli bir tonla neler yapılıyor olduğunun açıklanması gerekir.
İlk evrede kişiler rıza veremeyecek, neye ihtiyacı olduğunu fark edemeyecekleri bir şok tablosu içinde olabilirler. Ölüm tehditi ve yoğun çaresizlik, kontrol kaybı, sinir sistemimizde doğal olarak hazır bulunan hayatta kalma modunu devreye soktuğundan, kişi aşırı aktif, kendine veya etrafına zarar verecek şekilde davranıyor veya tamamen donakalmış olabilir.
Mutlaka anlatsın mutlaka konuşsun diye zorlamamak, onun için orada olduğumuzu, şu anda güvende olduğunu sesimizle, sözümüzle beden dilimizle kişiye aktarmak ve eşlik etmek güvenliği almaktan sonraki ilk görevimiz.
Daha sonrasında ise kişinin içsel ve dışsal kaynaklarını tespit etmek, alabileceği destek ve kaynaklarla kişiyi bir araya getirmek psikolojik ilk yardımın aşamaları. Herkes uygulayabilir, teşhis tedavi, özel eğitim, teknik gerektirmez. Dinlemek, teselli etmeye çalışmamak, şükretmesi vb gibi telkinlerde bulunmamak, anlatmaya zorlamamak psikolojik ilk yardımın kuralları arasında.
İnsanlarla deprem bağlamında ilişki kurarken yapın / yapmayın dediğiniz neler var?
Hiçbir ilaç, tedavi, hekim ya da psikolog yası ve kederi geçiremez, öyle bir görevi de gücü de yoktur. Bizler insanlar yas ve kederi yaşayabilsin diye onlara alan açıp, eşlik etmekle yükümlüyüz. Bu alanı açarken de kişinin akışını bölmüyoruz, sözünü kesmiyoruz, kendi merakımızı tatmin edecek sorular sormuyoruz, bizce neyin iyi olduğuna göre hareket etmiyoruz, ne anlatırsa, ne kadar anlatırsa, sadece yanında durarak eşlik ediyoruz. Bunu hepimiz yapabiliriz aslında.
Fakat kültürel olarak bu konularda bazı bariyerlerimiz var maalesef. Kaybı, ölümü, acıyı konuşmamak, hatırlatmaktan, üzmekten korkmak, herkesin birbirinden gizli kendi köşesinde ağlamasına neden oluyor. Ya da donakalan kişiler yeterince üzülmemiş olduklarını ya da öyle zannedildiğini düşünerek yıllarca suçlululuk hissedebiliyorlar.
Akıl vermiyoruz, “Buna da şükret sağsın, ailen sağ” gibi daha kötüleri örnek göstermek, kişinin doğal tepkilerine yer bırakmıyor ve sürecin iyileşme yönünde işlemesine engel oluyor. Can kaybı yok ama tüm yaşamının izlerini, evini, her şeyini kaybetmiş bir kimse, üzüntüsünü yaşarken şımarıklıkla itham edilmekten çekiniyor, ya da daha kötüsünü yaşayanlar varken üzüntü duymaktan utanıyor.
Özetle, ilk tepkimiz bulup buluşturup bir teselli bir çözüm önerisi, bir akıl fikir vermek olsa da, sadece ve sadece dinlemek, sadece eşlik etmek, yanında olmak yeterli. ‘Kafasını dağıtmaya çalışmak‘ gereksiz ve rahatsız edici. Sadece karşımızdakinin hızına ve ritmine uyup, kendi duygumuzu tepkimizi bir süre kendimize saklayıp yanında duruyoruz.
Aynı şekilde ‘yardım/hayır’ değil ‘dayanışma‘ daha uygun bir tabir. Afete, depreme maruz kalan bireyler, aslında her biri hayatta kalarak, bu dehşetle baş etmeye çalışarak bugüne gelmiş çok kuvvetli bireyler. Konumlandırmayı böyle yapmak, iznini, rızasını almadan, en azından açıklama yapmadan hareket etmemek önemli. Kişiyi kendi yaşamında, saygın, etkin bir birey olarak konumlandırıp uygun biçimde davranmak gerekli.
Bir yandan da yeni girdiğimiz seçim atmosferi umut, heyecan, belirsizliğin kaygısı gibi güçlü duyguları getiriyor. Bunlar, depremin yarattığı acı ve kayıp hisleriyle bir arada nasıl yaşanır?
Sosyal psikologların da görüş vermesi gereken bir soru, ancak klinik psikolog olarak gözlemimi ve öngörülerimi şöyle özetleyebilirim:
Geçen haftanın siyasi gelişmeleri bir anda memleketin bir tarafı yas eviyken öbür tarafını siyaset meydanına çevirdi. Böyle zamanlarda duygudaşlık, kaderdaşlık, ortak gelecek tasavvuru ve geçmişe ait ortak bağları yitirmekten endişe ediyorum.
Bizleri bir arada tutan bağlar bunlar, dayanışma zemini de bu duygudaşlıktan geliyor. Ancak yoğun acı ve yıkıcı duygular uzun süre taşınınca, insanlar çeşitli savunmalarla dikkatlerini dağıtmaya, eskiye dönmeye, unutmaya, inkâra açık hale gelebiliyorlar.
Bir ay daha yeni doldu, ama ne kadar hızlı gündem, odak değişiverdi. Korkarım önümüzdeki süreçte, seçime kadar, memleketin bir ucunda seçim çalışmaları, renkler, sesler, coşkulu ve heyecanlı kalabalıklar izlerken, öbür ucunda giderek artan bir unutulmuşluk, hayal kırıklığı ve yalnızlık duyguları öne çıkabilir.
Son olarak da hep karamsar ve pek de iç açıcı olmayan öngörüler ortaya koymuşken, halkın önemli bir kısmında da son haftanın gelişmeleriyle birlikte uyanan bir uzlaşı, birlik, beraberlik ve iyimserliği göz ardı etmek mümkün değil. Ortak tehditler, üzüntüler, acılar karşısında aslında saflar sıklaşır, kişiler arası bağlar hatırlanır, canlanır, dayanışma ruhu hepimize iyi gelir.
‘Masanın kaç bacağı var’dan çok o birbirine benzemeyen bacaklarla bir denge yakalanmasına sanırım bireysel olarak da kitlesel olarak da çok ihtiyaç vardı. Uzlaşma, barışma, dayanışma içimizi iyi, olumlu duygularla ve çok ihtiyacımız olan ümitle dolduruyor. Umarım deprem bölgesinde de temel ihtiyaçların ve asgari iyilik halinin sağlanması mümkün olur da bu duyguların orada da paylaşılması ve hissedilebilmesine uygun alan açılır.
Apsny News