Derdimiz birlikte ve insan gibi yaşamaksa…
MURAT SEVİNÇ
Amatör köşe yazılarına başlayalı 17 yıl oldu ve o gün bugündür aynı yazıyı yazıyorum! İsimler değişiyor, tarih değişiyor, cümleler değişiyor… yazı, aynı. Örneğin, kaç kez kurduğumu hatırlamadığım bir cümle: ‘Filanca insan mı ki insan hakkı olsun’ ifadesi hukukun, anayasanın, insan haklarının sonudur. O ‘filanca’ insandır, yurttaştır ve yasa karşısında eşittir.
Bu yazıyı okuyan herhangi biri, benden ölesiye nefret edebilir, adımı duymaya tahammülü olmayabilir, berbat bir insan olduğumu düşünebilir, düşüncelerime katılmayabilir, o düşüncelerin tehlikeli olduğunu savunabilir, aynı kahvede bir bardak çay içmek dahi istemeyebilir; hiçbir sakıncası yok, kendi bilir. Ancak bana yönelik bu duygu ve düşünceye sahip olan kişi, benimle aynı ülkede ve boğazlamaya kalkışmadan, yasalara uyarak yaşamak ‘zorundadır’. Bu, bir seçenek değil, zorunluluk.
Eğer benimle aynı ülkede, yasalara uyarak, boğazlamaya kalkmadan, yaşamı benim için çekilmez hale getirmeye yeltenmeden yaşamak istemiyorsa, bunun bedelini öder. Ya da yaşamak için başka bir ülke bulur kendisine, haydutluğu hukuk/toplumsal düzen kabul eden bir yer. Ödeyeceği bedelin adı, cezadır. Hukuka uygun, adil yargılamanın ardından, ceza yasası uyarınca verilecek ceza.
Klasik demokrasi dediğimiz sistem burjuva demokrasisi ve harcında, yasa karşısında eşitlik ilkesi var. O yasanın nasıl yapıldığı, hukuk devleti ilkesine uygun olup olmadığı başka bir konu. Mesele, yasaların uygulanmasında yurttaşlar arasında ayrım yapmamak. Sevdiğimiz ya da sevmediğimiz, aynı kanıda olduğumuz ya da olmadığımız her kimse, onunla aynı ‘yasa’ya tâbi olduğumuz kabullenmek. Kabullenme, adalet ilkesini tek başına yaşama geçiremez, buna mukabil adaletin ‘a’sının gerçekleşmesinin ‘olmazsa olmaz’ koşuludur.
Türkiye tarihi, ayrımcılık ve haksızlıkların da tarihi. Birileri her zaman diğerlerinden ‘daha’ yurttaş kabul edildi, her bakımdan. Bir gün bir mezhep, beriki gün bir köken, bazen cinsiyet ve hemen her zaman egemen sınıf mensubu olmak, avantajdı.
Konumuz olan ‘yargı’, hiçbir zaman gereği gibi bağımsız/yansız olmadı; örneğin Kürtlere, Alevi ve sosyalistlere uyguladığı tarife farklıydı. Ancak hiçbir zaman bu denli vahim bir görünüm sergilememişti. Uzun süredir, ilgili kamuoyu tüm davaları hukuk-yasa dışı etmenleri anlamaya çalışarak değerlendiriyor. Hangi mahkemede hangi parti ya da tarikat sempatizanlarının hâkim konumda olduğu, günlük sohbet konusu.
Bu durum çaresizlik duygusu yaratıyor kuşkusuz. Şöyle ki, yargıya intikal etmiş ve dava konusu olmuş ‘siyasi içerikli’ açmazların, asıl ait olduğu siyasetin düzeyinde tartışılıp çözülmesi mümkün olamadığı için, salt bir hukuk/yargı sorununa indirgeniyor ve tarafsızlığını büyük ölçüde yitirmiş mahkemelerin hiç olmazsa ‘bu kez doğru’ ve ‘adil’ karar vermesi için ‘adalet duasına’ çıkılıyor.
“Canım hukuk mu kaldı, ne konuşuyorsunuz” buyuranların haklı olduğu bir taraf var kuşkusuz, ancak sürekli yargı kararları üzerine konuşulmasının nedeni, siyasal sorunların siyaset sahnesinde gereği gibi tartışılamıyor oluşu. Yargı sopasıyla daraltılan siyaset alanını ferahlatma işi de yargıya havale edilmiş durumda ve ahali, çaresizce mahkemelere ricacı oluyor, ‘bu kez’ adil bir karar vermesi için. Halimiz bu. Oysa ne konunun, ne yargı süreçlerinin hukukla ilgisi var.
Bu hafta Kobani davası görülecek, karar çıkar mı, yine ertelenir mi, her şey ihtimal dahilinde. Malumunuz, AİHM 2020’de, Demirtaş (ve Yüksekdağ) başvurusunda ‘hak ihlali’ kararı vermiş, serbest bırakılması gerektiğine hükmetmişti. Karar Büyük Daire önündeyken, bir başka söyleyişle ‘iki arada bir derede’, bu kez Kobani’de yaşananlarla ilgili bir tutukluluk kararı verildi ve yargılama başladı. Ne zaman? 2020’de. Kobane olayları hangi tarihteydi, 2014’te. AİHM kararı uyarınca serbest bırakılması gereken siyasetçiler, olayların üzerinde altı yıl geçtikten sonra açılan soruşturmayla tutuklandı ve halen cezaevindeler.
Şu satırların, okuyanı rahatsız etmesi gerekir. Eğer etmiyorsa, yukarıda değindiğim o en temel adalet duygusundan dahi yoksun olduğu anlamına gelir. Memlekette aklı başında hiçbir hukukçu, söz konusu siyasetçilerin yıllardır cezaevinde olmalarının ‘hukuksal’ gerekçesini, hamaset yapmadan, alanın terminolojisine sadık kalarak kolaylıkla açıklayamaz. İhtimal, “Oh olsun” diyebilir, ancak bunun da hukukla ‘iltisak’ı yok!
Böyle yaşamak elbette mümkün. Biri, ‘hazzetmediği’ diğerinin muhatap olduğu adaletsizliğe çok sevinebilir, bundan zevk alabilir, yekdiğerinin hakkını hukukunu önemsemeyebilir. Böyle yaşanır yaşanmasına da, bu kadar olur işte, daha fazlası değil. Aynı saçmalıkların içinde on yıllarca debelenerek, yoksul, öfkeli ve umutsuz insanlara dönüşerek. Yok eğer insan gibi yaşamaksa derdimiz, herkes hiç olmazsa, başta yasa karşısında eşitlik ve adil yargılama ilkeleri olmak üzere, demokratik sistemin can alıcı hukukî değerlerini savunmak zorunda. İnsanca yaşamak değilse dert, ne istiyoruz peki?
159 yazar, gazeteci, edebiyatçı, akademisyen ve sanatçı bir araya gelip, önümüzdeki duruşma için bir imza metni hazırlamış. AİHM ve Avrupa Konseyi kararlarına vurgu yapan metinden birkaç satır: “Kobani davasında çıkacak karar ülkede hukuksuzluğun sona ereceğinin, yargının bağımsızlığına kavuşacağının işaret fişeği olmalıdır. Kobani ve benzer muvazaalı davalar hukukun gereklerine uygun olarak sonuçlandırılmalıdır. Başta, hiçbir nesnel delile dayanmayan Gezi davası mahkûmiyetleri olmak üzere hukuk alanında siyasî saiklerle yaratılan bütün mağduriyetler giderilmelidir.”
İkinci ve son alıntı Kavala hakkında, Ayşe Buğra hocadan: “Hiç suç işlememiş bir insanın iktidar istiyor diye yıllarca özgürlüğünden yoksun bırakılması, demek ki bu kadar kolay.”
Birlikte ve insanca yaşam için asgari elverişli bir zemin gerekli. Siyasi sorunların mahkemelere havale edilmediği, yargının sopa olarak kullanılmadığı, siyasetin kendi olağan araçlarıyla yapıldığı bir zemin. Hiç olmazsa.
Yazı önerileri:
Ümit Kıvanç’ın yazısı.
Bahadır Özgür’ün nefis ‘tasarruf’ yazısı.
Belgesel Önerisi: Mutlaka seyretmelisiniz. Hadika Beliz’in yönettiği ‘Türkiye’nin Aynası: Soma Katliamı’ belgeseli.
Apsny News