Göktaşından elde edilen gelirin zekâtı var mı?
MURAT SEVİNÇ
Boğaziçi Üniversitesi’nde sırtını dönen meslektaşlara…
Uzun yıllar önce, o esnada askerliğini yapan bir arkadaşımla sohbet ederken, bulunduğu ortamı anlatabilmek için “Türkiye zannettiğim ülke bile değilmiş, onu anladım” demişti. Ben de aynı duyguyu, Tuğba Tekerek’in ‘Taşra Üniversiteler-AK Parti’nin Arka Kampüsü’ (İletişim, 2023) başlıklı kitabını okurken yaşadım.
Üniversiteye girişimin üzerinden 35 yıl geçti, öğrencilik, ardından asistanlık vs. Ömrümün üçte ikisini akademi dünyasında geçirdim ve bu zaman zarfında taşra üniversiteleri hakkında çok şey dinledim, okudum. Doktorasını Ankara’da tamamladıktan sonra taşrada çalışmaya giden çok arkadaşımız var, yıllardır yaşadıklarını anlatırlar. İnsan gayriihtiyari hemen her şeyden haberdar olduğunu düşünüyor ancak Tuğba Tekerek’in satırlarını okuyunca, bilmediğim, düşünmediğim, hatta tahmin etmediğim şeyler olduğunu fark ettim.
Öncelikle gazeteci Tuğba Tekerek’i kutlarım, çok büyük bir iş başarmış, sekiz yıllık yoğun ve sabır gerektiren çabanın sonunda ortaya hayati önemde bir çalışma çıkmış.
Kitabı bitirdiğimde karmakarışık duygular içindeydim. Uzun süredir bu denli üzücü ve sinir bozucu bir kitap okumadığımı itiraf etmeliyim. Tahammülde zorlanıyor insan.
Bizler nasıl insanlarız, bu toplum nasıl bir toplum, her alanda bu denli büyük bir yıkım nasıl herkesin gözünün önünde gerçekleşebildi ve hiçbirimizin elinden bir şey gelmedi, akıl alır gibi değil. Şu anda üniversite adı verilen kurum ve orada yaşananlar hakkında günlerce yazabilecek ve sövebilecek haldeyim ama gerek yok, size de Diken’e de yazık. Ancak kitabı bir yazıyla tüketmek istemiyorum, birkaç gün sonra ikinci yazıyı kaleme alacağım.
Daha önce hem Diken’de hem Duvar’da, üniversite üzerine epeyce gevezelik ettim. Düşünce özgürlüğü yoksa üniversite yoktur ve Türkiye’de üniversite sıfatını tam anlamıyla hak eden bir kurum olduğunu düşünmüyorum. Doğru, son derece köşeli bir yargı bu. Ancak, düşünce özgürlüğünü çekip aldığınızda geriye kalana, o konumu hak eden bir isim verilmemesi gerektiğinde ısrarcıyım. Tek gereksinim özgürlük değil kuşkusuz, Buna mukabil özgürlük, yapılacak işin olmazsa olmazı.
Türkiye’de, özellikle YÖK’ten sonra, üniversiteye ancak ‘benzeyen’ üniversiteler kaldı. Biri çok benziyor, diğeri az benziyor ama bir kısmı hiç olmazsa benziyor. Gezip öğrenmekten hoşlandığımız değerli harabeler, antik tiyatrolar gibi, evet değerliler ve evet harabeler. Bu arada, Türkiye’de akademiye yöneltilen eleştirilerin bir ölçüde Batı için de geçerli olduğunu ve hâlihazırdaki üniversitenin/akademinin farklı açılardan tartışıldığını hatırda tutmak gerek. Geçenlerde karşıma çıkan kısa bir yorumda, hakemli akademik dergilerde yayınlanan makalelerin pek azının okunduğu, yayınların doğru dürüst atıf almadığı ve hatta yarısının yalnızca hakem-editör tarafından okunduğu bilgisi yer alıyordu. Çok hoşuma gitti doğrusu, çünkü ‘yayın yapma deliliğinden’ mustarip akademisyenlerin dünya genelinde bir gün mutlaka isyan etmesi ve gerekçesi büyük ölçüde ticari bu saçmalığa son vermesi gerekiyor.
Her neyse… Batı’da olup biten bir yana, bize özgü sorunların niteliği ve ağırlığı, toprağımızı üniversitenin asgari gereklerinden giderek daha habersiz hale getirdi ve getiriyor.
Düşünce özgülüğünün vazgeçilmez niteliği… Yalnızca şu bir-iki örnek üzerine düşünelim: Türkiye’de iki yıl boyunca ülke genelinde OHAL uygulandı ve o iki yıl, bu ülkedeki hiçbir hukuk fakültesi, ‘sesi duyulabilir’ şekilde OHAL toplantısı yapamadı. 2016’da Mülkiye’de yapılmak istendi, sonuç, açılan soruşturmalar oldu. İki: O iki yıl boyunca üniversiteden sorgusuz sualsiz binlerce akademisyen atıldı ve nazar bozma kabilinden olsun tek bir üniversite ‘kurumsal’ tepki gösteremedi ya da göstermedi. Bir üniversite dahi “Siz ne yapıyorsunuz, çıldırdınız mı?” diyemedi. Ve üç: Bu ülkenin üniversitelerinde kim, hangi konuyu, ne ölçüde tartışıp konuşabileceğini, çalışabileceğini, sınırlarını gayet iyi bilir, kavramakta zorluk çeken olursa o sınır muhtelif araçlarla çizilir, örnek çok, uzatmıyorum.
Kurumsal itiraz yokluğunun tek istisnası, bildiğim kadarıyla bir kurul/kurum kararının sonucu olmamakla birlikte Şubat 2017 KHK’leri ardından Boğaziçi Üniversitesi’nde gerçekleşen ve hocaların öğrenciyle birlikte katıldığı kitlesel protestodur (Birkaç yerde daha, örneğin ODTÜ’de ses yükseltenler olsa da yetersizdi, ancak oradaki KYK yurt protestosu çok hayatiydi). İki küsur yıldır fethedilmeye çalışılıyor Boğaziçi Üniversitesi… Eğer seçimi iktidar bloku kazanırsa birkaç yıla ‘bildiğimiz’ Boğaziçi’nden eser kalmayacağını, hatta mekân olarak da taşınabileceğini tahmin ediyorum.
Tuğba Tekerek’in kitabını okursanız Boğaziçi’ne neden bu muameleyi yaptıklarını anlamanız kolaylaşacaktır. Parti-devlet rejiminin yaşama geçirmeye ve özel-kamusal yaşama hâkim kılmaya çalıştığı her şeyin anti-tezini temsil ediyor Boğaziçi Üniversitesi, bu nedenle hınçları bitip tükenmedi. Neyse ki seçimi kaybetmeyeceğiz ve memlekette üniversite adını layıkıyla hak ettiğini dünya âleme ilan eden Boğaziçi de düze çıkacak, bundan kuşkum yok.
Bizim memleketin üniversitelerinde düşünce özgürlüğünün ‘bilimin vazgeçilmezi’ olduğu kanaati pek rağbet görmez. Düşüncenin özgürlüğüne yaşamsal önem veren öğretim elamanı ve yöneticiler her zaman azınlıkta kalır kurumlarda ve o azınlığı üniversiteden çıkardığınızda, her ilin üniversitesinden geriye o ildeki ‘dinlenme tesisi’ niteliğinde bir ‘mekân’ kalır. Düşünce özgürlüğünün varlık ya da yokluğunun turnusolü, bir kurumdaki çalışmaların çokluğu ve niteliği değil, çalışılması uygun karşılanmayan konuların var olup olmadığıdır. Bir de o kurumda kimlerin barınabileceği ya da barınamayacağı. Bu bağlamda Türkiye’de vakıf ve devlet üniversiteleri arasında da vakıf ve devlet üniversitelerinin kendi aralarında da farklar olduğunu söylemek gerek. Gerek nitelik, gerekse özgürlüğe verilen değer bakımından.
Tuğba Tekerek’in kitabını okuyunca, yukarıdaki paragraflardaki eleştirilerin dahi ne denli lüks olduğunu gösteren sayısız örnekle karşılaşıyorsunuz. ‘Türkiye’de üniversite adını hak eden üniversite var mı?’ sorgulamasının yerini, ‘O hikâye çoktan bitti’ bezginliği alıyor.
Çalışmada, AKP’ye dek var olan sorunların AKP’li yıllarda nasıl katlanarak arttığını ve AKP ideolojisinin bilimsel bilgi ve merakla hemen hiç ‘ilişkisi’ olmayan üniversite algısının üniversiteyi adım adım ne hale getirdiğini açıklıkla görüyorsunuz. Yalnızca akademisyenler değil, yazarın üzerinde durduğu, öğrenciler, kampüsler, binalar, vakıf ve dernekler, şehir ahalisi, esnaf, yöneticiler vs. Son derece kapsamlı bir inceleme ve her el attığı konunun hakkını vermiş yazar.
Tuğba Tekerek, taşradan, kültürel-etnik çeşitliliği de olabildiğince gözeterek ülkenin farklı coğrafyalarından beş üniversiteyi odağına almış: Ağrı İbrahim Çeçen, Bingöl, Giresun, Kilis 7 Aralık ve Yalova. Ortak özellikleri hepsinin 2006-2008 yıllarında ‘Her ile bir üniversite’ siyaseti kapsamında kurulması.
AKP’nin üniversite ‘atılımı’ 2006’da başladı. Yani, üniversiteyi üniversite olmaktan iyice çıkarma ve taşrada esnafı-ev sahiplerini sevindirme atılımı. Bu yılların, AKP marifetinde boncuk aranan devir olduğunu hatırlatmakta yarar var. Bugün 200’ün üzerinde üniversite var ve 2006’da 53 olan devlet üniversitesi 2022 sonunda 129’a, 24 olan vakıf üniversitesi sayısı 75’e yükselmiş durumda. Asıl önemlisi devlet üniversitelerinde gerçekleşen artış, bu kadar kısa sürede akıl almaz bir durum. Öğrenci sayısı da 2006’nın üç katı. Erdoğan’ın, “Merkel’e 8 milyon 400 bin öğrencimiz var dedim, üff dedi” açıklamasındaki rakamın yalnızca 3 milyon 800 bini örgün öğretimde, kalanı açık öğretim ve meslek yüksek okullarında.
Tekerek’in beş kurum üzerinden incelediği taşra üniversiteleri neden var ve oralarda neler oluyor, sonraki yazıya kalsın. Şimdilik üç kısa saptama:
Bana kalırsa artık, Tekerek’in çalışmasını okumadan ve bu konu üzerinde düşünmeden Türkiye’de yeni dönemde üniversitenin geleceği hakkında bir şeyler söylemek çok zor. Bir taşra üniversitesi gerçeği var Türkiye’nin ve ülke genelini belirleyici niteliklere sahip. İkincisi, AKP’nin siyasal İslamcı niteliği, hiçbir yorumda neoliberalizminin gölgesinde kalmamalı. Karşımızda toplumla birlikte üniversiteyi de dincileştirmek için büyük çaba harcayıp kısmen başarmış bir iktidar var. Üçüncüsü, bu ‘kısmî başarı’ yeni yönetimin işini zorlaştırtacak. Bana kalırsa şimdiki siyasi aktörler içinde, Türkiye’nin üniversite sorununu çözecek niyet ve cesarette bir siyasetçi yok.
Yazının başlığı…
2015’te Bingöl’ün Sarıçiçek köyüne, gece yarısı bir göktaşından parçalar düşer, milyonlarca yıl süren yolculuğun ardından. Nasıl olsa okursunuz, uzatmamayım, müthiş matrak bir hikâye. Meğer çok değerli taş parçalarıymış ve kısa sürede dünyanın ilgisi çekmiş, taşın gramı 60-70 dolardan satılmış, köylü epey zengin olmuş. İnternet kafe sahibi Nezir, başlarına gelenin değerini fark edince Bingöl’deki üniversiteyle irtibata geçmek istemiş ve ilk aşamada “Bizim üniversitede böyle bir bilim yok” yanıtını almış. Köylü birdenbire servete konunca, basında zekât tartışması başlamış ve üniversitenin ilahiyat hocası, ‘göktaşının zekâta tabi olan madenler kapsamına girmediğini‘, zengin olanların ‘isterlerse‘ verebileceğini açıklamış.
Tuğba Tekerek bu açıklamayı, üniversitenin sürece ‘özgün katkısı‘ olarak değerlendirmiş. Haksız mı!
Yazar: Tuğba Tekerek
Yayınevi: İletişim
Yazı önerisi: Oya Baydar sonunda dayananmış ve artık Türkçe konuşamayan Türkiye Cumhuriyeti ahalisine ilişkin yazmış.
Apsny News