Politika

Netanyahu ve siyasetçinin el kitabı


BAHADIR KAYNAK

@bahadirkaynak

Tarih, güçlü liderlerin kitleleri arkasında sürüklediği olaylarla dolu. Kararlı ve baskın karakterler, çoğunlukla da erkekler, liderlerini huşuyla takip eden toplulukların koşulsuz sadakatini kazanıyor. Sorgusuz sualsiz birisinin peşine takılmanın zaman zaman çok maliyetli bir hata olabildiği görüldüğü halde insanların genel eğilimleri değişmiyor. Kitleler yumruğunu masaya vuran, güçlü bir baba figürü çizen lidere kaderlerini emanet ediyor.

Toplumu peşinden sürükleyecek kişinin yapması gereken ilk şey, düşman olarak tanımlanan gruplara karşı tavizsiz ve hatta acımasız bir politika izlemek. Herkes için ortak tehditle savaşan lider bunun karşılığında yönetilenlerden koşulsuz itaat talep edebiliyor. Çatak sesler çıkaranlar, liderin yolundan yürümeyenler düşmanla aynı sepete konulup ‘katli/hapsi vacip’ hale gelebiliyor.

Ortadoğu, belki dünyanın diğer köşelerinden daha da fazla güçlü, tartışılmayan lider figürüne müsait bir coğrafya. Zaten neredeyse sadece otokratik rejimler tarafından idare edilen bölgenin parmakla gösterilen demokrasileri bile zamanla bu tuzağa düşüyor.

On yıllar boyunca Ortadoğu’nun en demokratik ülkesi olarak sunulan İsrail’in rotayı nasıl bölgesinin düşük standartlarına doğru kırdığını izliyoruz. İsrail’in demokrasisinin zemin kaybını tartışmadan önce bahsi geçen rejimin niteliğini de doğru biçimde ortaya koymamız gerekiyor.

Ülke, kuruluşundan bu yana belli açılardan bölgenin diğer ülkelerine göre demokrasi çıtasını daha yukarıda tutmayı başarmıştı ancak 1967’den beri devam eden işgal, Filistinlilerin vatandaşlık haklarından da kendilerine ait bir yurttan da mahrum bırakılması zaten bu anlamda sistemi kendiliğinden bir apartheid rejimi haline getirmekteydi. Filistinlilerin uğradığı bu hak ihlali ortadayken İsrail’in demokratik bir ülke olarak tanımlanması da başlı başına sorgulanması gereken önermeydi.

Son zamanlarda bu kör topal demokrasinin de zemin kaybettiği görülüyor. 1990’lardan beri iktidara gelip giden Netanyahu’nun altıncı başbakanlığı her geçen gün daha da sağa yatan İsrail siyasetinin giderek radikalleştirdiğini gösterdi. Soğuk Savaş yıllarında çoğunlukla sol hükümetlerle yönetilen ülkenin eski halinden eser yok. 37’inci hükümet daha önceki Netanyahu yönetimlerinden de daha dinci-milliyetçi yönü ağır basan, sert bir siyaseti temsil ediyor.

İç siyasetin dinamikleri buna el verdiği gibi Netanyahu dışarıda da kendisini frenleyecek bir aktörün olmamasının rahatlığıyla hareket ediyor. İsrail’in kuruluşundan sonra yarım yüzyıla yakın varoluşsal tehdit olarak algıladığı bölge dinamikleri artık yok. Daha önce düşmanlarla çevrili oldukları bölgede, kendilerine meydan okuyacak neredeyse kimse kalmadı.

Mısır, Yom Kippur Savaşı’ndan sonra, yaklaşık yarım yüzyıl önce bu role veda etmişti. Daha hafif sıklet düşmanlar Irak ve Suriye’nin ise halleri ortada. Bellerini bir daha doğrultmaları kolay görünmüyor. İran, ortaya çıkan boşluğu doldurmak için en yakın aday ama objektif bir değerlendirmeyle mollaların içinde bulundukları siyasi cendereden çıkıp İsrail’e gerçekten bir tehdit oluşturmaları pek mümkün değil. Kendilerine göre Batı’nın bölgedeki uzantısı gayrı meşru bir aktöre meydan okuyarak hem kendi ülkelerinde hem de bölge halkları arasında sempati toplamaya çalışıyorlar. Bu siyasetin bölgenin en modern ordusuna ve nükleer silahları olan bir ülkeye zarar verecek somut bir tehdide dönüşmesi olası görünmüyor.

Türkiye’nin ‘one minute’ olayıyla belki de ondan biraz önce ‘Dökme Kurşun‘ harekâtıyla başlayan sürtüşmesi de bu kapsamda, iç kamuoyuna yönelik bir malzeme olarak düşünülebilir. İki ülke arasında hararetli söz düelloları oldu, Erdoğan bu itişmeyi iç politikada ‘dik duran lider‘ imajını cilalamak için kullandı ama işte o kadar. Dış politikada romantizm sandığa kadar geldi, oradan çıkışta Rabia gibi silikleşti ve kayboldu.

Velhasıl, Netanyahu hükümetinin güvenlik kaygısı olarak sunabileceği elle tutulur bir tehdit on yıllardır olmadı, bugün de yok. Öyleyse geçtiğimiz haftadan beri işgal altındaki topraklarda ve Lübnan sınırında tırmanan çatışma neyle alakalı? Bunun cevabını yine bizim Türkiye’de pek yakından tanıdığımız gücü tek elde toplama, demokrasiye balans ayarı yapma siyasetinde aramak lazım.

Netanyahu -artık kimden ilham aldıysa- yargı bağımsızlığını ortadan kaldıracak, yürütmeyi denetleyen mekanizmaları aşındıracak bir dizi kanunu getirince, İsrail’de ortalık birbirine girmişti. Sokaklarda görülmemiş kalabalıkta kitleler hükümetin otoriterleşme eğilimi aleyhinde gösteriler yaptı. Netanyahu yönetimi, katılımcıları, kanun değişikliklerine karşı çıkan muhalifleri ‘dış güçlerin ajanı’ ilan etme ya da seccadeye bastırma ferasetini gösteremediğinden olacak şimdilik geri adım atmış görünüyor. Kimilerine göre ölümcül yara alan hükümet de çıkış yolunu yine ortak düşmana karşı birleşmekte görüyor olmalı. Zaten 1990’lardaki ilk iktidara gelişi de Oslo Süreci’ni raydan çıkaran şaibeli Hamas bombalamaları sonunda geldiğinden Netanyahu’nun veya destekçilerinin bu oyuna yabancı olmadığını tahmin edebiliyoruz.

Zamanında Şaron’un 2’nci İntifada’yı başlatan Harem-i Şerif yürüyüşü gibi geçen hafta yine Filistinlilerin damarına basan olaylar gerçekleşti. Ramazan ayının ortasında, Yahudilerin Hamursuz, Hristiyanların Paskalya Bayramı’yla kesiştiği noktada İsrail askerlerinin Mescid-i Aksa’ya girip ibadet edenlere müdahale ettiğini, gözaltılar gerçekleştirdiğini gördük. Ardından alışık olduğumuz tırmanma örgüsü içinde Gazze’den atılan roketler ve İsrail ordusunun karşılığı da geldi. Yine Lübnan sınırında da gerilim tırmandı.

İsrail zaten neredeyse her gün Suriye hava sahasına girip kendisine tehdit olarak gördüğü İran’a yakın unsurlara saldırılarda bulunuyor. Sınırlarına yakın bir bölgede kendi güvenliklerini tehdit edebilecek bir unsuru anında yok edebilecek askeri kapasiteye sahipler. İbrahim anlaşmaları ile beraber bölgedeki izolasyonlarını da büyük ölçüde aştılar diyebiliriz. İsrail’in bölgeden silinebileceğine inanan artık bir avuç radikalin dışında aklı başında bir siyasi aktör mevcut değil. Dolayısıyla bu son tırmanma doğrudan ülkeye yönelik gerçek bir tehdide karşı olmaktan çok iç siyasetteki çuvallamaların üstünü örtmek için yaratılmış suni bir krize benziyor. ‘Su uyur, düşman uyumaz‘ mottosuyla kitle bir kez daha liderin arkasında kenetlenmeye davet ediliyor

Netanyahu’nun içerideki politikalarına karşı bir araya gelenlerin hassasiyetlerine bakıldığında bu taktik çok da yabana atılmamalı. Ülkenin en büyük kitle gösterilerine katılanların önemli bir kısmının konu Filistinlerin durumu olduğunda gönül gözleri kapanıveriyor. İki devletli çözüm ihtimali artık neredeyse geri dönülemeyecek biçimde tarihe gömülürken, vatandaşlık haklarından mahrum milyonlarca insan için bir çözüm ortaya konulamayacak gibi görünüyor. Üstelik en başta da değindiğimiz gibi bu aslında artık bölge ülkelerinin hiçbirisinin de öncelikli gündemi değil.

Neticede koca bir halk, yeri geldiğinde sıkışan siyasetçilerin ‘ortak düşman‘ rolüne koyup kullanılabilmesi için bir kenara atılıyor. İsrailliler de aralarında bizim de olduğumuz birçok ülkenin içine yuvarlandığı tuzağa düşüp güçlü liderin peşinden kendi demokrasilerini feda etmeye devam ediyor.

İşin bir diğer şaşırtıcı yönü bir zamanlar ‘one minute‘ çıkışına konu olan, belki Erdoğan’ın dışarıya karşı dik duran lider konumunun çıkış noktası olan krizin bu defa bizim tarafta, hem de seçim arifesinde nispeten daha düşük profil geçiştirilmesi. Bu defa uluslararası konjonktür müsait olmadığı gibi bizim güçlü liderimizin arkasında birleştirecek ortak düşman da başkası olduğundan diyelim.

Birbirine zıt gibi duran siyasi hareketler, liderler, yeri geldiğinde aynı yöntemleri kolaylıkla benimsiyor. Kim bilir belki de bizim bilmediğimiz, liderlerinse satır satır ezberlediği bir ‘Siyasetçinin El Kitabı‘ndan hep aynı bölümleri görüp duruyoruz.




Apsny News

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

Başa dön tuşu