Top Gun geri dönüyor – Diken

BAHADIR KAYNAK
@bahadirkaynak
1980’lerde ‘hit’ olmuş filmlerin yeni sürümlerini çekme modası geçen sene Top Gun’la başlamıştı; bu sene de benim gibi Indiana Jones meraklıları serinin beşinci filmini heyecanla bekliyoruz.
Eş zamanlı olarak asla yaşlanmayan Tom Cruise’un rakibini seçim sürecinde karşımızda gördük. Cumhurbaşkanı twitter profil resmini, savaş pilotu kıyafeti giymiş fotoyla değiştirdi. Uzun süredir sağlığıyla ilgili soru işaretleri bulunan Erdoğan böylelikle seçmen kitlesine daha dinamik bir imaj çizmeyi, ama aynı zamanda bu seçimin ana teması savunma sanayiindeki başarılara, dış dünyaya karşı güçlü bir Türkiye imajına vurgu yapmaya çalışıyor olmalı.
İmaj ile gerçek arasındaki uçurum
Elbette böyle bir iletişim cumhurbaşkanının tek başına karar verdiği bir şey değil. PR stratejisini tasarlayan ekibin tavsiyeleri doğrultusunda oluşturuluyor. Önceki yıllarda daha çok hizmet, ekonomik başarılar üzerinden mesaj vermeyi tercih eden iktidarın bu defa kahramanlık, savaş, dünyaya diklenen Türkiye konseptlerine yüklenmesi biraz da çaresizlikten kaynaklanıyor.
Diğer tarafta, insanların hayatına doğrudan dokunan ekonomik durum, özgürlükler, demokrasi gibi konularda karne felaket durumda olduğundan göz boyamaya ağırlık vermek tek yol gibi görünüyor.
Çoğu zaman ikinci planda kalma kaderine mahkûm dış politika böylelikle seçmenin önüne sunulan ilk gündem maddesi haline geliyor. Başlı başına olumsuz bir gelişme olarak değerlendiremeyeceğimiz bu tercih, iktidarın imaj çalışması sonucunda gerçeklikle hiçbir alakası olmayan, tamamen hayali bir dünyayı önümüze getiriyor. Erdoğan’ın Twitter hesabındaki fotoğrafla mevcut sağlık durumu arasındaki uçurum, halkla paylaşılanla gerçekte dünyadaki Türkiye imajı arasında da var.
İktidarın çizdiği bu resmin gerçekliği, önünde uzanan dış politika seçenekleriyle de tamamen çelişiyor. Erdoğan’ın bir kez daha seçimi kazanıp iktidarını önümüzdeki beş yıla da taşıması halinde neler yapabileceğini kestirmeye çalıştığımızda, bu farklar daha net ortaya çıkıyor. Böylece iki hafta önce bir muhalefet zaferi halinde dış politikada nasıl bir değişim yaşanabileceğine dair yazımızla da karşılaştırma yapabiliriz.
Nereden nereye?
Önce Erdoğan’ın bu noktaya gelene kadar uluslararası siyasetin çalkantılı sularında Türkiye’nin dümenini nasıl tuttuğuna bakalım…
Yaklaşık 20 yıl önce başlayan macera, ülkenin bugüne kadarki en Batı yönelimli iktidarlarından birisinin kurulmasıyla sahne almıştı. 28 Şubat’ın gölgesi siyasetin üzerinden kalkmamışken Erdoğan ve AKP, dış politika önceliklerinin merkezine AB hedefini koymuş, ABD ile ilişkiler de doksanların krizlerini arkada bırakmıştı. Zaman içinde İsrail sebebiyle gerilen ilişkilere rağmen ne Erdoğan ne de Batılı müttefiklerimiz birbirinden vazgeçti. Hatta Obama’nın ilk döneminde de Arap Baharı’nın ateşi ilk yanmaya başladığında da Türkiye, Müslüman dünyası için model ülke olarak gösterilmekteydi.
Suriye iç savaşının bir dış politika felaketine dönüşmesiyle, AKP-cemaat kavgasının kesişme noktası ise bugünlere uzanan keskin bir manevraya sebep oldu. Erdoğan yönetimi hızla ABD karşıtı bir çizgiye savrulurken, iç siyasette de bu dış politikayı destekleyecek yeni müttefikler buldu.
Bugün Batı ile gerilimli süreç devam ederken Erdoğan’ın ilişkileri yeniden yoluna sokma çabaları gözden kaçmıyor. Eğer ABD ile yeniden eski düzeyde bir iletişim köprüsü kurulamıyorsa bu daha çok Biden yönetiminin bir tercihi olarak okunabilir. Seçimler Erdoğan için bir türlü açılamayan bu kapıyı aralayacak bir araç olarak görülüyor olmalı.
Savrulmanın izahatı
20 yıllık iktidar sürecinde cumhurbaşkanının dış politika çizgisinde bu derece büyük bir savrulma yaşaması açıklamaya muhtaç. Benim izahatım Erdoğan’ın uluslararası siyasete, Türkiye’nin dünyadaki konumuna ilişkin keskin görüşleri olmadığı, bu konuda kendisini iktidarda tutmaya yarayacak en uygun seçeneğe yöneldiği şeklinde. İktidarının ilk 10 yılında Batı ile yakın ilişkiler bu hedefe en uygun sonucu üretirken AKP kendisini modern muhafazakâr, liberal bir siyasi akım olarak tanımlıyordu. Hareketin liderinin de konumlandırması bu yöndeydi.
Daha sonra patlak veren büyük iktidar kavgası, ABD’nin alternatif bir muhatap bulmaya çalıştığı kanaatini oluşturdu. Böylece Erdoğan, Batı dünyasına karşı tek başına duran, onunla mücadele eden direniş cephesinin bir üyesi ülkenin liderine dönüştü. Dış politikaya ilişkin ‘çok boyutluluk‘, ‘ritmik diplomasi’ gibi kavramlardan ‘muhteşem yalnızlık‘ gibi bambaşka bir yola girildi. Ancak bu bilinçli bir dış politika tercihinin sonucu değil, iç siyasette alınan bir kararın dış siyasete yansımasıydı.
Trump sonrası ABD ile çıkan sorunlar böylesi iddialı bir çizginin yeni bir imajla süslenmesini getirdi. Sonuçta F-35 programından dışlanmakla kalmayıp Yunanistan gibi bir rakibine böylesi etkili bir silahı kaptıran Türkiye F-16 modernizasyonunda bile tıkanma yaşıyor. Burada oluşan boşluğun da yerli üretim insansız hava araçlarıyla ve birkaç yıla hizmete girmesi beklenen Milli Muharip Uçak’la kapatılacağı teziyle durum geçiştirilmeye çalışılıyor.
Seçim sonrasında karşılaşacağımız dünya ise bu aktarılan hikayelerle tam uyumlu olmayabilir. En geç mayıs sonunda ülkenin kaderi belli olacağına göre imaj çalışmalarından gerçeklerin dünyasına hızlı bir geçiş yapılacak.
Erdoğan’ın hesabındaki sorun
Eğer Erdoğan hedeflediği gibi seçimi kazanırsa, Amerikalı muhataplarına beş yıl daha ülkeyi yönetmeye hak kazandığını ve kendisiyle çalışmaktan başka yolları olmadığını söylemiş olacak. Türkiye’nin gözden çıkarılamayacak kadar önemli bir ülke olduğu varsayımıyla nihayet Washington’la sorunları müzakere edecek zemin bulacağını hesaplıyor olmalı.
Oysa Erdoğan’ın iç siyasetteki kıvraklığının bir uzantısı olan bu akıl yürütmenin önemli bir sorunu var. O da çoğu zaman ikinci plana ittiği uluslararası siyasetin gerçek dinamikleriyle ve uzmanı olduğunu iddia ettiği halde en başarısız olduğu alan olan ekonomik durumla ilgili.
Seçimi kim kazanırsa kazansın, içinde bulunulan koşullar sebebiyle çok zayıf bir elle, zorlu bir konjonktürde yol almaya çalışacak. İçerideki bütün şişinmelere rağmen Ankara, tarafı olduğu dış politika konularında, bilhassa Suriye’de tıkanıklık yaşıyor. Bugüne kadar çalışmayan formüllerin birdenbire mucize çözümler üretmesi zor. Silah tedariki konusunda Erdoğan sırf yeni bir dönem görevde kalacak diye birdenbire kapıların açılması söz konusu olamaz. Seçim zaferi kazansa bile ABD iktidardan kendisiyle uyum içinde çalışmasını bekleyecektir. İsveç’in NATO üyeliği nispeten daha kolay, Suriye’ye ilişkin ABD beklentileri ise zor karşılanacak talepler içerecektir.
En önemlisi ise çoğu zaman alana uzak güvenlik elitinin göz ardı ettiği ekonominin durumu olacak. Süratle felakete yuvarlanan ekonomi, hele bir de Erdoğan’ın seçimi kazanması halinde, içinden çıkılmaz bir kaos üretecek. Seçimi kazanmak için hesapsızca yapılan işler, KKM gibi klasik Ponzi şemaları ekonomiyi bugüne kadar güçlükle getirilebildi. Kapıda bekleyen fırtına, iktidara kim gelirse gelsin Batı ile ilişkilerde Ankara’yı ricacı konumuna sokacak. Böylece seçimi kazanırsa ABD ile daha güçlü bir pozisyonda müzakereye oturma hesapları yapan Erdoğan, istediği senaryonun gerçekleşmesi halinde büyük tavizlere zorlanacak.
Enkaz ile Pirus zaferi arasında
Böylesi bir manevranın mevcut iktidar ortaklarıyla nasıl yapılabileceği bambaşka bir tartışma konusu. Üstelik doğalgaz ödemelerini öteleyip Erdoğan’a bedava gaz dağıtması için kıyak yapan Putin’in de farklı beklentileri olacak.
Neticede ‘Hele bir seçimi kazanalım, gerisine bakarız’ stratejisi, sanılanın çok ötesinde baş ağrısı getirecek.
Eğer muhalefet kazanırsa devasa bir enkaz devralarak işe başlarken Erdoğan kazanırsa tam anlamıyla bir Pirus zaferi yaşayacak. Top Gun’un Türkiye’deki bu son filmi her halükârda pek iyi sonlanmayacak.
Apsny News