Politika

Hatırlıyor muyuz? – Diken


DR. FEYZA BAYRAKTAR

@FeyzaBayraktar_

info@feyzabayraktar.com

İnsanlık tarihinin büyük kısmı hatırlamak için verilen bir mücadeleydi. Hatırlamak, kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi ve neye ait olduğumuzu bilmekti. Unutmak ise bir eksiklik, bir kayıp sayılırdı.

Ama çağ değişti. Artık hatırlamak emek isteyen bir eylem değil; telefonların, bulutların, dosya sistemlerinin otomatik işi. Her şey kaydediliyor, hiçbir şey unutulmuyor.

Yine de belki de hiç bu kadar köksüz, zamansız ve anıdan yoksun hissetmemiştik.

Peki, bu kadar çok şeyi saklarken neden geçmişle bağımız zayıflıyor? Gerçekten hatırlıyor muyuz, yoksa yalnızca veriye mi erişiyoruz?

Hatırlamanın mekanikleşmesi

Hatırlamanın doğasını anlamak için önce onun insan zihninde nasıl çalıştığını sorgulamak gerekir. Hafıza, yalnızca depolayan bir mekanizma değil, her seferinde yeniden yazılan bir hikâyedir.

Psikolojide hafıza, sabit bir arşiv değil; sürekli yeniden kurulan bir süreçtir. Frederic Bartlett’in 1930’larda yaptığı deneyler, bir anıyı hatırlamanın onu olduğu gibi geri çağırmak değil, yeniden biçimlendirmek olduğunu ortaya koyar. Hatırlamak, geçmişi bugünün gözleriyle yeniden inşa etmektir.

Oysa bugün bu yeniden inşa sürecini makineler üstleniyor. Hatıralarımız not uygulamalarında, mesaj arşivlerinde, bulut sistemlerinde yaşıyor. Artık bir olayı hatırlamıyoruz; yalnızca onun görüntüsünü açıyoruz.

Hatırlamakla erişmek arasındaki fark derindir: Erişmek nötr ve duygusuzdur; hatırlamak ise bedensel, duygusal, hatta kokusal bir eylemdir.

Nöropsikolog Joseph LeDoux, bir anının yalnızca bilgiden ibaret olmadığını, duygularla birlikte kodlandığını gösterir. Antonio Damasio da duyguların belleğin düzenlenmesinde temel rol oynadığını vurgular. Bir olayı hatırladığımızda o anki duygular da sinir sisteminde yeniden canlanır. Ama modern insan bu duyusal bağı zayıflatıyor; çünkü anılarını ekranlara hapsediyor. Her şey mevcut, ama hiçbir şey tam olarak yaşanmamış gibi.

Hatırlama, unutma ve güç

Kişisel hafızamız zayıfladığında yalnızca bireysel bir kayıp yaşamayız; aynı zamanda toplumun belleği de zedelenir. Çünkü insan, hafızasını her zaman başkalarıyla birlikte kurar.

Toplumların da hafızası vardır. Fransız sosyolog Maurice Halbwachs, bireysel hafızanın toplumsal bağlamdan ayrı düşünülemeyeceğini söyler. İnsan, yalnızca kendi anılarını değil, ait olduğu grubun hatırlama biçimlerini de taşır. Bu yüzden tarih, yalnızca yaşanmışların değil, ‘anlatılmasına izin verilenlerin’ toplamıdır.

Bugün unutmanın biçimi değişti. Eskiden iktidarlar geçmişi sustururdu; şimdi bireyler geçmişi kaydetmeden duramıyor. Sosyal medya çağında unutulmak, görünmez olmakla eşdeğer hale geldi. Herkes ‘anı biriktirme’ telaşında.

Ne var ki bu biriktirme, hatırlama yetisini zayıflatıyor. Çünkü beynimiz, bir bilginin dışarıda kaydedildiğini bildiğinde onu işlememeye başlıyor. Columbia Üniversitesi’nden Betsy Sparrow ve ekibinin tanımladığı ‘Google etkisi’ tam da bunu gösterir: İnsanlar bilgiyi değil, bilginin nerede bulunduğunu hatırlamaya başlar. Hafızamızın kaslarını makineler çalıştırıyor; bizse giderek zihinsel bir tembelliğe sürükleniyoruz.

Bu yalnızca bireysel değil, toplumsal bir dönüşüm. Artık hatırlama değil, arşivleme çağında yaşıyoruz. İnsan belleği, dijital depolamanın gölgesinde anlamını yitiriyor.

Unutmanın merhameti

Tüm bu hatırlama telaşı içinde unutmaktan korkar olduk. Oysa unutmak bazen, hayatta kalmanın en insani biçimidir.

Unutmak genellikle bir problem olarak görülür; halbuki -işlevselliği bozmadığı sürece- unutmak, yaşamın devamı için gereklidir. Sigmund Freud, bastırmanın her zaman kaçış değil, kimi zaman koruma anlamına geldiğini söyler. İnsan zihni, taşıyamayacağı yükleri silikleştirerek hayatta kalır.

Nöropsikolog Bessel van der Kolk, travmatik anıların sürekli hatırlanmasının beyinde yeniden travmatizasyon yarattığını belirtir. Bu yüzden unutmak, belleğin kendi kendine uyguladığı bir iyileşme biçimi olarak da tanımlanabilir.

Ama çağımız unutmayı reddediyor. ‘Anı yaşamak’ sözü, ironik biçimde, anı kaydetmek anlamına dönüştü. Artık hiçbir şey yaşandığı anda bitmiyor; fotoğrafı çekiliyor, depolanıyor, geri dönülebilir hale geliyor. Böylece geçmişin doğal akışı duruyor; hatıralar taze kalıyor ama anlamını yitiriyor. Oysa bazen unutmamak değil, unutabilmek insanı özgürleştirir.

Dijital hafızanın kapanı

Hatırlamanın kutsandığı bir dünyada kaybetmenin değerini unuttuk. Oysa kayıp duygusu, yaşamın ilerlediğini hissetmenin en temel yoludur.

Zamanın akışını hissedebilmek için kaybetmeye ihtiyacımız vardır. Kaybetmek, hayatın ilerlediğini fark etmenin bir yoludur. Ancak dijital çağ kaybı ortadan kaldırdı. Artık hiçbir şey tamamen gitmiyor: silinen mesajlar yedeklerde, biten ilişkiler fotoğraf albümlerinde, kaybolan sesler sesli notlarda.

Geçmiş, geleceğin önüne geçiyor. İnsan kendini geçmişinin gölgesinde buluyor; her hatırlayışında biraz daha ileri gitmek yerine, aynı yere dönüyor. Bellek bir nehir değil, bir müze haline geliyor. Biz de kendi hayatımızın küratörlerine dönüşüyoruz: her şeyi saklıyor, hiçbirine dokunamıyoruz.

Sanatın belleği

Yine de insanın belleği, teknolojinin ötesine taşan bir yaratıcı güce sahiptir. Bu gücü en iyi sanat anlatır. Sanat, hatırlama ile unutma arasındaki o ince çizgide yürür.

Marcel Proust’un ‘Kayıp Zamanın İzinde’ kitabında bir kurabiye kokusu, geçmişin kapılarını açar; o anı bilgiyle değil, duyguyla geri getirir.

Wim Wenders’in ‘Paris, Texas’ filminde ise kahraman, geçmişi hatırladıkça bugünü kaybeder; çünkü bazı anılar, unutulmadıkça iyileşmez.

Sanat, geçmişi dondurmaz; dönüştürür. Gerçek hatırlama da böyledir: Geçmişi arşivlemek değil, ondan yeni anlamlar doğurmak. Oysa dijital çağda hatırlamak, dönüştürmekten çok çoğaltmaya dönüştü.

Ne yapmalı?

Bu tablo karamsar görünse de, belleği yeniden insana kazandırmak hâlâ mümkün. Hatırlama ve unutma arasında yeniden denge kurmak, çağımızın en sessiz devrimidir.

Hafızayı korumak, geçmişi sürekli saklamakla değil, onunla sağlıklı bir mesafe kurmakla mümkündür. Hatırlamayı da unutmayı da yeniden öğrenmemiz gerekiyor.

1. Her şeyi kaydetmek yerine bazı anıları zihinde tutmayı seçmeliyiz. Gerçek hatırlama, fotoğrafta değil duyguda yaşar.

2. Unutmayı düşman değil, merhamet olarak görmeliyiz. Zihnin bazı anılardan uzaklaşma isteği bastırma değil, kendini koruma biçimidir.

3. Dijital sessizlikler yaratmalıyız. Hatırlamayı bedenimize geri vermek gerek: bir kokuyla, bir yürüyüşle, bir müzikle.

4. Anıların değil, anlamların peşinde olmalıyız. Hatırlamanın değeri, geçmişi birebir taşımakta değil, ondan kim olduğumuzu anlayabilmektedir.

Hafızayla barışmak

Sonuçta hafıza, yalnızca geçmişin değil, geleceğin de biçimidir. Hatırlamak, kim olduğumuzu unutmamak içindir; ama unutmak, kim olacağımıza yer açmak içindir. Belleğin asıl gücü her şeyi saklamasında değil, neyi saklayıp neyi bırakacağını bilmesindedir.

Belki de asıl bilgelik, geçmişi arşivlemek değil, onunla barışmaktır. Çünkü bazen hatırlamanın en insanca biçimi, sessiz bir unutuştur.


Apsny News

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

Başa dön tuşu